(Sayfa: 27) Yuvaya dönüş


23 Ağustos 2017, Çarşamba


Sakin bir sabaha uyanıyorum daha gün doğmamışken. Saraylar’ın, dün gece alargada kaldığım koyunda (40.658677°, 27.670187°) çarşaf gibi dümdüz denize bakıp sabah kahvemi yudumluyorum. Birkaç gündür sürekli seyir yapmak yordu ama bugün de sıkarsam dişimi akşama evdeyim inşallah.


Çok oyalanmadan demir almalı! Kayığı neta edip demir aldığımda saat 06:05’i gösteriyor. İstikamet Bakırköy, rota 71 derece, mesafe 60 deniz mili. Haydi selametle…


Hava, dünün aksine alabildiğine sakin. Dümen suyumda Marmaya’yı bir fermuar gibi ayıran sakin bir makine seyrindeyim. Fırsattan istifade, sükuneti kahve-kitap keyfiyle değerlendiriyorum. Laf aramızda, bütün kış okuduğum kitaptan kat be kat fazlasını bu seyirde okumuşum. Ne güzel! Keşke hava, son bir yelken yapma fırsatı verseydi bana ama hiç esmiyor mübarek.


Yalnız seyirler, daha doğrusu yalnız yapılan tekne transferleri, bir kaç günden sonra sıkmaya başlıyor insanı. Şafakla yola çıkıp gün batana dek sürekli seyir yapınca insan, bir süre sonra kendisini etrafında uçan martılarla, nadir geçen gemilerle, pruvasında oynayan yunuslarla, hatta seyrettiği kayığıyla konuşurken buluyor. Daha uzun seyirler çok daha zor olmalı! Yaklaşık 10 ay süren bir seyir ile Kuzey Buz Denizini kendi inşa ettiği Altan Girl teknesi ile tek başına geçen Erkan Gürsoy’a sormuştum; yalnızlık zor olmadı mı diye. “Olmaz mı! Bir süre sonra halüsinasyon bile görmeye başlıyor insan…” demişti.


Birkaç saat yol aldıktan sonra bakıyorum her şey yolunda, vakit geçsin diye seyir defterini alıyorum elime. Hangi etapta kaç mil yol almışız, neler yaşamışız, okuyorum baştan. Ne güzel seyretmişiz! Bakırköy’den başlayıp Çanakkale, Limnos, Thassos, Alexandroupoli, Saros, Çanakkale derken yine Bakırköy’e dümen suyumuzda 582 deniz mili, cebimizde hatıralar… Naçizane tavsiyem; bir kayığınız varsa eğer, hiç durmayın çözün palamarı, açılın enginlere…


Öyle, böyle derken İstanbul pruvamda beliriyor işte. 31 gün süren seyrimizin sonunda, saat 18:45’te Sanda’yı Bakırköy’deki yerine bağlarken (40.974101°, 28.876864°) okyanus geçip de yuvaya dönen denizciler, son yanaşmalarında acaba neler hissediyorlardır diye düşünüyorum.


Yuvana hoş geldin Sanda!


(Sayfa: 26) Rövanş


22 Ağustos 2017, Salı

Denizlerde gün doğmadan kalkılır mı desem, erken kalkan yol alır mı desem bilemedim ama yine kör karanlıkta uyanıyorum. Aslında bakmasını bilene bu saatlerin de ayrı bir güzelliği var. İlginçtir, demir aldığımda saat yine 06:05’i gösteriyor. Ayarlasam bu kadar olmaz.

Çanakkale Boğazı’nı çıkıp Marmara Denizi’ne girerken akşamdan beri kontrol ettiğim hava durumunu tekrar kontrol ediyorum. Değişen bir şey yok. Meteorolojiye göre Marmara’nın doğusu üzerinde oluşan bir alçak basınç merkezi tam üzerime doğru geliyor. Bu hızla ve bu yönde ilerlemeye devam ederse de öğlen saatlerinde tam üstümden geçecek. Aşağıya inerken de yine tam Gelibolu’da bir fırtına geçmişti üzerimden. Bu da rövanşı olacak zahir. Anlaşılan bugün beni epey yorucu bir seyir bekliyor. Allah’tan Sare’yi dün Çanakkele’de indirmişim.

Rota 69 derece, istikamet Saraylar, mesafe 51 deniz mili. Aslında bugün Gelibolu’da, demirde yatıp havanın geçmesini de bekleyebilirdim ama çıkmayı tercih ettim. Tahminlere bakılırsa üstüme gelen hava 25-30 knot civarı, fırtına seviyesinde değil neticede. En fazla yorar, biraz dayak atar ama işte hepsi o kadar. Aslında kolayına olsa ne yelken yapılır da, yine tam kafadan esecek gibi, klasik!

Pruvamda, ufukta Marmara Adası, sakin bir makine seyrindeyim yine. Adanın da 60 mil kadar ardında İstanbul. Buradan İstanbul görünmüyor belki ama İstanbul üzerinde olduğunu tahmin ettiğim kapkara bulutlar görünüyor. Bu bahsedilen hava olmalı. Çok enteresan, bulunduğum yerde yaprak kıpırdamıyor ama ufukta sıkıntılı bir havanın yavaş yavaş üzerime doğru geldiğini görebiliyorum.

Saatler ilerledikçe o hava, yaklaşıyor, yaklaşıyor. İşte, şimdi de Marmara Adası üzerinden geçiyor. Birazdan benim üzerimden de geçecek diye hazırlık yapıyorum. Kayığın içini tekrar neta ediyorum önce, sonra yağmurluğumu giyip ana yelkeni ve cenovayı mendil kadar açıyorum. Birazdan da başlıyor gösteri…

Sistem, üzerimden geçerken hafiften başlıyor esmeye, merkezine yaklaştıkça gerilimi arttırıyor. Tahmin ettiğimden daha sert değil. Poyraz yönünden, serin ve yağışlı bir hava. Dalgayı iskele baş omuzluktan rahat almak için birkaç derece sancak yapıyorum. Bir iki saate de sistemin içinden geçip çıkıyorum. O, arkamda Çanakkale’ye doğru ilerliyorken ben de Saraylar’a doğru yolun kabasını almış bulunuyorum. Sistem üzerimden geçip gidince geriye yine sakin bir hava kalıyor. Aşağıya inip bir kahve yapmanın zamanı geldi. Az sonra pulpitte kitap-kahve keyfine başlıyorum, sanki bir saat önce dalgalarla boğuşan ben değilmişim gibi!     

Adanın kuzey kıyılarından sakince geçip 19:05’te epeyce yorgun, Saraylar’a demirimi funda ediyorum. (40.658677°, 27.670187°) Ne acıkmışım! Pratik bir yemek hazırlıyorum kendime, bir de demli çay şöyle. Yarın hava süt liman görünüyor. Bekle beni İstanbul…


 

(Sayfa: 25) Bürokrasi


21 Ağustos 2017, Pazartesi


Yine gün doğmadan kalkıyorum. Bir uyandırma kahvesinin ardından hazırlıkları tamamlayıp demir aldığımda saat 06:05’i gösteriyor. Çanakkale’ye 23 deniz mili yolumuz var. Bir an önce varıp giriş işlemlerine başlamalı. Allah vere de bürokrasiye takılıp yarına kalmasak!


Aşağı, Çanakkale boğazına doğru makine seyrindeyiz. Maalesef rüzgâr bize yelken yapma şansı tanımıyor bir süredir. Aldığımız tüm yolun ancak üçte birini motor kullanmadan, sadece yelkenle alabiliyoruz. Her yere yelkenle gidebilenlere çok imreniyorum doğrusu. Yelken yapmak gerçekten çok keyifli çünkü! Biz ne zaman yola çıksak ya rüzgâr olmuyor, ya da kolayımıza olmuyor. Bir arkadaşımın dediği gibi; “Ben ne zaman denize çıksam, canına yandığımın rüzgârı hep kafadan, hep kafadan!” 


Aslında vakti olan için her yere yelkenle gitmek de mümkün. Hele de Ege gibi rüzgârı bol bir denizde… Ama uygun rüzgârı bekleyecek vaktiniz olacak. “Bu gün yok mu? Ne gam! Acelemiz yok, yarını bekleriz” diyebileceksiniz. Yetişmeniz gereken bir şeyler olmayacak. Hayatı, bir an önce varılması gereken bir menzil gibi değil, tadına varılacak bir yolculuk gibi değerlendirmeli insan. 


Birazdan “yol arkadaşım” da uyanıp havuzluktaki yerini alıyor. Sohbet, muhabbet yol alıyoruz aheste. Boğaza girip, “Bir hilâl uğruna batan güneşler” anısına dikilen abidenin önünden geçerken boğazımıza bir şeyler düğümleniyor. Abideyi selamlıyoruz, saygıyla, minnetle, rahmetle… 


Yeri gelmişken bir inceliğin altını çizmeden geçmeyelim;

Gemi seyir defterine jurnal denir. Gemi seyirde ya da limandayken gemi ile ilgili tüm bilgiler jurnale kaydedilir. Geminin rotası, hızı, geldiği/gideceği liman, vardiya değişimleri, hava durumu ve benzeri bilgiler kayıt altına alınır. Kanal, boğaz ve sığ sularda ise sürekli güncellenir. Mesela, Kilitbahir bölgesi geçildiğinde “Saat 15.30 itibariyle Kilitbahir geçildi” veya “05.00 İstanbul Boğazı geçildi” diye yazılır. Bu tüm dünyada böyledir. Çanakkale hariç! Çanakkale Boğazı seyri tamamlandıktan sonra jurnale  “Saat 21.30 Çanakkale çıkıldı” ya da “Saat 21.30 Şehitlik Abidesi 2 milden selamlandı” yazılır. Çünkü herkes bilir ki “Çanakkale geçilmez!”        


Çıkmaya başlıyoruz biz de… Her manâda… Buradan sonrası yokuş yukarı çünkü. Hızımız, akıntıdan dolayı 1 - 1,5 mil düşüyor. Allah’tan bugün yine çok değilmiş akıntı, daha kötülerini de görmüştük. Hatta, bir yerde okumuştum, “… Sahildeki ağaçların büyüyüşüne tanık olunca teknemin motorunu daha büyüğüyle değiştirmenin vaktinin geldiğini anladım!” diye tarif ediyordu Çanakkale yokuşunu… 


Çanakkale limanına girmeden hemen önceki iskelede sergilenmek üzere bağlı bulunan, yüzen tarih Nusret mayın gemisini de selamlıyoruz. Bağlandığımızda saat 12:20 olmuş bile. (40.152267°, 26.404164°) Evraklarımız yanımızda, acele ile giriyoruz marina ofisine. Çıkışta bir nüshasını doldurduğumuz transit log’un diğer nüshasını dolduruyoruz bu sefer. Çıkarken ayrı ayrı onay aldığımız liman, gümrük ve polis işlemlerine ek olarak yurda girerken bir de sağlık onayı almamız gerek. Polis ofisi marinanın içinde, diğer üçünün de burada olması lazım ama maalesef! Telefon ediyoruz ilgili memurların marinaya gelmesi için. Liman ve gümrük memurları çok bekletmeden gelip işlemleri yaptıktan sonra onay imzalarını atıp gidiyorlar. Ama sağlık memuru “araç yok” diye gelmiyor. “Nerede bu sağlık bürosu, biz gidelim o zaman”.  Marina görevlisi “Siz daha yurda giriş yapmadınız. Marinanın kapısından çıkamazsınız.” diyor. İyi o zaman, biz çıkamıyorsak sağlık memurunun gelmesi lazım! Bir daha arıyoruz, cevap aynı; “Araç yok, gelemiyorum…”  


Bu işte bir terslik var! Bizim yurda girmemiz için sağlık memurunun bizim bulaşıcı hastalık taşımadığımıza dair onay vermesi lazım ama sağlık memuru deniz hudut kapısı olan marinada hazır bulunması gerekirken bulunmadığı gibi, gelmesi için aradığımız halde aracım yok deyip gelmiyor da! Biz gidelim? Olmaz! O gelsin? Olmaz! Peki ne olacak o zaman? Marina çalışanı “Ben sizin evrakları sağlık memuruna götürüp onayınızı alayım” diyor, “…maksat işiniz hallolsun!”  Tabi bu “iyiliğin” de bir bedeli olacak; 150 TL. 


Kayıtla, kürekle uğraşmak yerine veririm evraklarımı acente yetkilisine, ben teknemin havuzluğunda kahvemi yudumlarken o benim adıma tüm işleri halletsin, diyebilirsiniz. Bu durumda da aldığınız hizmetin elbette bir bedeli olmalı. Ancak, ben kendi işimi kendim hallederim diyene de saygı duyulmalı, önüne engeller konup acenteye mahkum edilmemeli bence. Acente kullanmak bir seçenek olmalı, mecburiyet değil. Biz şimdi neden verelim ki bu parayı? Yurda giriş işlemlerimizin tamamını biz yapmışız zaten. Aslında görevi gereği deniz hudut kapısında hazır bulunması gereken, bizi görmemiş, muayene etmemiş olan sağlık memurundan bizim adımıza onay almak için on dakika yürüme mesafesindeki sağlık ocağına gidilecek. Hediyesi 150 lira. Bu iş baştan aşağı yanlış! 


Saatler ilerliyor, sinirler geriliyor! Marinadan çıkamazsınız diyen marina çalışanı resmi otorite değil sonuçta. Polis memuruna gidip durumu anlatıyoruz. O da “Haklısınız ama çıkamazsınız…” deyince, il sağlık müdürlüğünü arayıp “Deniz hudut kapısında olması gereken memurunuz burda olmadığı gibi gelmeyi de reddettiği için yurda giremiyoruz” diye durumu izah ediyorum. On dakika sonra gelen sağlık memuru evrağı onaylıyor ve sonunda resmen yurda giriyoruz. Teşekkürler!


İşlemler bitip saat 15:10’da alelacele avara olmuş ayrılırken marina görevlisi bir bana, bir iskeledeki Sare’ye bakıp arkamdan sesleniyor “Kaptan! Eşini unuttun!” Sare zaman kazanmak için otobüsle dönecek İstanbul’a. Yarın sabah ofisinde olmalı. Benimse biraz daha yolum var…

         Haritaya şöyle bir bakıyorum, hava kararmadan varıp geceyi geçirebileceğim en mantıklı yer yine Gelibolu gibi. Saat 19:25’te Gelibolu’da aynı koya demirimi funda ediyorum. (40.401806°, 26.645026°) Boğaz, yokuş yukarı çok üzmüyor beni bu sefer. Bürokrasinin üstüne bir de ben yormayayım dediyse, demek…







(Sayfa:24) Saros Körfezi


19 Ağustos 2017, Cumartesi


Sabah ezanına uyanıyorum. Özlemişim! Yunan sularında yirmi günün ardından memlekete hoş geldik!  Dün akşam, Alexandroupoli’den çıkış yapıp 21 deniz mili seyrin ardından Sultaniçe balıkçı barınağının ortasına demirlediğimizde hava kararmak üzereydi. (40.592765°, 26.124393°) Sabaha memlekette uyanmak iyi hissettiriyor. 


“Yolumuz uzun” deyip gün doğmadan demiri topluyorum. Buradan güneye, Çanakkale’ye dümen tutmalıyız aslında ama denizlerde olmanın verdiği heyecanı bizimle paylaşan, bizi ısrarla yazlığına davet eden aile dostumuz Günay abinin davetine icabet etmemek olmaz deyip Saros körfezinin en doğusuna kırıyoruz dümeni. Mesafe 25 deniz mili.


Sakin bir makine seyrinde kitabıma dalmışken ikinci kaptan mahmur gözlerle çıkageliyor. Uykular alınmış, yüzler gülüyor maşallah. Bazen düşünüyorum da; denizlerde olmak çok güzel, çok keyifli. Ama şu kayıkta yalnız olsam ne anlamı olurdu ki! Çok şükür eşten yana şanslıyım ben!


Kahve, sohbet derken varıp saat 12:00’de demirimizi funda ediyoruz yazlık sitelerin kıyısına. (40.637605°, 26.667223°) Günay abi de gelmiş, sahilde bizi bekliyor. Çok bekletmeyelim diye hızlıca hazırlanıp botla yanaşıyoruz sitelere ait, tatilciler denize kolay girebilsin diye yapılmış üç iskeleden birine. Günay abilerin yazlığı Melodikent sitesinde, sahile bir kilometre, arabayla iki dakika. Eve varınca hoşbeşten sonra uzun süredir denizlerde mahrum olduğumuz bol suyla bol köpüklü, sıcak banyo keyfi yapıyoruz. Denizde imkânlar kısıtlı. Ama denizde olmak insana imkânların değerini, kaynakları doğru kullanmayı, israfın önüne geçmeyi, doğaya saygıyı, problem çözmeyi, analitik düşünmeyi ve daha birçok şeyi öğretiyor.


İkindi gibi Günay abi ve siteden bir komşusu ile birlikte, akşama mangala atacağımız (!) balıkları tutmak üzere Sanda’yla balığa çıkıyoruz. Bizim bu konuda ne kadar bahtsız, ne kadar acemi olduğumuzu söyledik defalarca ama tabiri caizse “siz bize oynayın…” diyorlar. Hedef adası civarında oltaları Sanda’nın kıçından sallandırıyorlar. Bir deneme, iki deneme… Acaba biraz daha şu tarafa mı gitsek? Orada birkaç deneme… Allah, Allah neden olmuyor ki! Derken ilk balık vuruyor. Heyecanla çekiyoruz, ama o da ne, trakonya imiş maalesef. Çarpılmamak için dikkatlice çıkartıp salıyoruz denize. Biraz bu tarafa mı sürüklendik, nedir? Aksi yönde yol veriyoruz makineye. Hah işte tam burasıydı hep tuttuğumuz yer… Birkaç deneme daha. Ama bir iki tane daha trankonyadan başka balık vurmuyor oltalara. Olmuyor, olmuyor!  Elimiz boş dönüyoruz, çaresiz…


Yine aynı yere, ama bu sefer daha bir özenle demirliyoruz Sanda’yı. Hava çok esmiyor ama yine de itinayla döşüyoruz zinciri. Dalıp çıpanın durumunu da kontrol ediyoruz mutat olduğu üzere. Gece sorun olmasın da!


Eve dönüyoruz ama akşam yemeğinde balık olamayınca mangalla uğraşmak da gelmiyor içimizden. “Olsun” deyip balkona kuruyoruz soframızı mis gibi. Denize nazır yemek, çay, muhabbet… Günay abi bize iyi bakıyor. Hele ertesi sabah kurduğu kahvaltı sofrasında bir kuş sütü eksik. Kahvaltı keyfinden sonra  “Yedi kaçtı gibi olmasın ama yolumuz uzun” deyip müsaade istiyoruz. Ama gitmeden önce bahçedeki salıncağın da hakkını veriyoruz…


Sanda bıraktığımız yerde sakince bizi bekliyor. Demiri toplayana kadar saat 11:20 olmuş bile. Çanakkale 60 deniz mili. Hava kararmadan varamayacağımıza göre araya bir durak daha koymalı. Geceyi Gökçeada’da mı geçirsek, ana kara sahilinde mi? Neyse, biraz yol alalım da duruma göre bakacağız artık…


Hava sıfır, deniz sütliman. Makine seyrindeyiz. Çarşaf gibi dümdüz Saros körfezini, dümen suyumuzda bir fermuar gibi açarak yol alıyoruz. Koca körfezde Sanda’dan başka yelkenli yok. Sakin sakin seyrederken yolun yarısında bir yunus sürüsü karşılıyor bizi. Pruvamızda Sanda’yla vals yapmaya başlıyorlar adeta. Denizin yüzeyi o kadar pürüzsüz olunca yunusların her hareketi cam gibi görünüyor. Çok güzel yaratıklar şu yunuslar. Sadece yanı başınızda belirmekle bile insanı öyle mutlu ediyorlar ki! Hayranlıkla izliyoruz bizim için yaptıkları gösteriyi.


Büyükkemikli burnunu bordalayınca mürettebatta açlık emâreleri görülmeye başlanıyor. Bugünlük yeter deyip Anafartalar limanında mı demirlesek? Ama yarın mesâi bitmeden Çanakkale’den giriş işlemlerini tamamlayabilmek için mümkün olduğunca erken bir saatte orda olmalı. Biraz daha yol alsak iyi olacak gibi. Hem hava da oldukça sakin. Haritaya göre, Gökçeada’ya gidip yolu uzatmadan Kabatepe’den güneyde demirlenebilecek yerler mevcut.


Bir mil, bir mil daha derken 38 deniz mili yol aldıktan sonra saat 19:05’te, haritadan bakıp seçtiğimiz Çam koyunda 5 metreye demirliyoruz. (40.181141°, 26.258774°) Aslında buraya koy denmez ama haritaların yalancısıyız.

        Bu gece erken yatmalı. Yarın bürokrasiyle imtihanımız var!      


 www.youtube.com Sanda'nın Seyir Defteri #014 Saros'ta yunuslarla dans