9 Ağustos 2017, Çarşamba
Kahvaltıdan
sonra çok oyalanmadan, Sanda’yı Limenaria limanında dinlenmeye bırakıp Picanto’muza
atlıyoruz. Dip bucak gezilecek, her yeri keşfedilecek kocaman bir ada var
önümüzde. Önce iç kesimlerden başlayalım deyip Kastro’ya doğru “direksiyon
tutuyoruz”.
Kastro, adanın iç kesimlerinde, yüksek tepelerde
kurulmuş tarihi bir köy. Adayı çepeçevre dolanan asfalt yoldan ayrılan bir yola
giriyoruz önce. Sonra içerilere doğru kıvrıla kıvrıla giden yol bizi Kastro’ya
ulaştırana dek yemyeşil ormanların içinde kaybolup tertemiz havayı içimize
çekiyoruz çekebildiğimiz kadar.
Varınca
şaşırıyoruz biraz; sadece 15-20 hane, bir de kilise var burada. Etrafta da
kimsecikler yok. Evler çok eski, kesme taştan çatıları olan taş evler. Tarihi yapılara
benziyorlar. Acaba metruk bir köy mü
burası? Ama bazı evlerin önünde bir iki araba var! Metruk olsa arabalar
olmazdı!? Belki de yine siesta zamanı olduğundan kimsecikler yok etrafta! Taştan
ev çok gördüm ama böyle taştan yapılmış çatıları, televizyon dahil, daha önce
hiçbir yerde görmedim. Blok halinde bir başkalaşım kayayı almışlar, bir- iki santim kalınlığında ince dilimlere
ayırmışlar, o dilimleri de üst üste binen kiremitler gibi dizip çatı yapmışlar.
Çok enteresan ve evladiyelik çatılar doğrusu!
Kastro
adanın zirvelerinden birinde kurulmuş. Dört bir tarafa göz alabildiğine açık ve
yemyeşil manzara, ardında masmavi deniz ve ufuk çizgisinde Atos dağının silüeti
ile buluşuyor. Burada azıcık haneye
rağmen nispeten kocaman bir kilise oluşu mantıklı geliyor düşününce. Acaba bu
kiliseyi bu dağ başına bir nevi inziva yeri olsun, insanlardan uzak olsun diye
mi yapmışlar? Kim bilir!…
Kiliseyi
bari gezelim, diyoruz. Kapısı kilitli! Kilisenin bahçesinde, az ileride bir
küçük yapı daha var. Oranın kapısını deniyoruz. Kapı açılınca irkiliyoruz!
İçerisi insan kemikleri ve iskelet parçalarıyla dolu! Kemik yığınları, kafatasları… Bazıları,
üzerlerinde büyütülmüş vesikalık
fotoğraflar olan sandıkların içine konmuş.
Bu
kadar “Kastro” yeter deyip biniyoruz arabamıza. Sonraki durağımız Maries.
Burası da nispeten yükseklerde kurulmuş bir köy. Normal bir köye benziyor. Hele
de Kastro’dan sonra!
Şirin
bir meydanı var mesela. Meydanda bir ulu çınar, altında köy kafeleri, taştan
yapılmış bir köy çeşmesi, bir iki taverna, bir de “normal” kilise. Kilise
yerine camiyi koysanız bizim herhangi bir köyümüz gibi yani. Hakkını vermeli;
her yer çok bakımlı, temiz, düzenli. Kaldırım taşlarına varıncaya dek boyanmış,
pırıl pırıl. Meydandaki ulu çınarın altında yaşlıca bir amca, koymuş iki
kavanoz bal ile iki teneke zeytinyağını bir masanın üstüne, satıyor. Kendi
imalatıymış! Ellerinde, gözlerinde emeğin izlerini görebiliyor insan.
Maries’in
sokakları çok dar ve yokuş. O kadar ki, bazı yerde kollarınızı açsanız iki
taraftaki evlerin duvarlarına değer. Bazı sokaklarda bembeyaz merdivenler… Kilisesini
de geziyoruz. Mavi-beyaz badanası, geniş bahçesinde çınarları ile hoş bir yapı.
Arabaya
atlayıp haritamızı açıyoruz. Sırada Theologos var. Burdaki evlerin de çatıları
hep taştan. Theologos adanın en eski yerleşim yeriymiş. Thasos, Osmanlı
hakimiyetindeyken burası adanın başkentiymiş. Adı teoloji kökünden, ilahiyatçı
anlamına geliyor. Gri taş çatılı güzel evleri, dar sokakları ile gezilmesi
gereken bir yer. Adanın diğer yerleşim yerlerinde olduğu gibi burada da oğlak
çevirme meşhur. Gezerken, fazla fotoğraf çekmekten bataryamın bitmeye yakın
olduğunu fark ediyorum. Daha az fotoğraf çekip daha çok yaşamalı insan!
Dağ
köylerinden aşağı kıvrıla kıvrıla iniyoruz. Biz sıcaktan şikayet ederken yolda bir
scooter, arkasında bikinisiyle püfür püfür bir kız! Hem de sahilden uzak bu dağ
köyünde! Ne güzelmiş! Ama güvenlik önemli demiş, kaskını takmayı ihmal etmemiş!
Sahil
yolundan Panagia’ya doğru giderken Aliki Beach’te durup Dua-1 teknesine el
sallıyoruz. Hulusi abiler de ailecek gelmişler Thasos’a. Biz karadan gezerken
onlar da Aliki’ye demirlemişler. Son olarak onların fotoğrafını çekiyorum koyda
demirli halde, gönderemeden bitiyor pilim.
Neyse ki Sare’nin pili var daha.
Panagia.
Burası adanın şimdiye kadar gezdiğimiz en güzel köyü. Gezdikçe hoşumuza
gidiyor. Sokaklarında kayboluyoruz uzun saatler. Dükkanları, restoranları bir
başka güzel! Taze deniz mahsulleri yanında oğlak çevirme burada da revaçta.
Dağlardan çıkan kaynak suyu sokak aralarında küçük şelaleler oluşturarak akıyor
şırıl şırıl. Her köşe başında bir çeşme, mis gibi kaynak suyu. Mavi-beyaz
badanalı, bakımlı ve küçük evleriyle çok fotojenik bir köy burası. Öyle olunca
da turistler doldurmuş sokakları, kafeleri.
Balkonunda
asılı fuşya renkli su kabakları ile hoş bir görüntü oluşturmuş mavi-beyaz
badanalı bir evin önünde fotoğraf çekilelim diyoruz. Yandaki evden bir amca
çıkıp yavaştan kadraja giriyor. Biraz
bekleyelim, şimdi gider derken amca bana anlamadığım bir şeyler söylüyor. Acaba
fotoğraf çekmemizden rahatsız mı oldu derken bir daha söylüyor amca… Benim yine
anlamadığımı fark edince bu sefer daha yavaş ve tane tane fırçalıyor beni; “Yoksam Türkçe bilmooorsun, nedir? Armut
derim. Yer misin?”
Türkçe
konuştuğumuzu duyunca muhabbet etmek için çıkmış. Elinde birer tane armut, bize
ikram ederken anlatıyor hikayesini. Zamanında dedesi göç etmiş Tekirdağ’dan
buraya. İki gün içinde göçmek zorunda kalınca, varını yoğunu, bulduğuna satmış
alelacele. Hepsini altına çevirip Tekirdağ’da bir yere gömmüş. Yerini
işaretlediği haritayı da oğluna vermiş. Oğlu da kendi oğluna, yani bu amcaya
vermiş. “Bir gün gelip alacağım altınlarımı” diyor amca. “Ama önce sular
durulmalı Türkiye’de…”
Son
durak olarak adanın merkezi ve en büyük limanı olan Limenas’ı gözümüze
kestiriyoruz. Zaten çok yakınız. Limenas biraz daha büyük, kent havasında bir
yerleşim yeri. Herhalde merkez olduğundan, buradaki insanlar tatilciden çok
yolcu gibiler. Adaya gelen turistlerin giriş noktası, liman kenti. Ama
yakınlarda bir sürü plaj var yine de. Biri eski, biri yeni iki tane liman,
feribot iskeleleri, otobüs durakları, seyahat acenteleri, pansiyonlar, sahilde
tavernalar…
Sokaklarını,
caddelerini geziyoruz epeyce, keşfetmek için. Sonra nasılsa Sanda’yla da
geleceğiz buraya deyip adayı batısından tam tur dönerek Limenaria’ya,
kayığımıza dönüyoruz. Doğrusu bugün bayağı iyi gezdik. Rahmetli babaannemin
dediği gibi; yorulmanın adını gezmek koymuşlar!