(Sayfa: 15) Thasos dağ köyleri



9 Ağustos 2017, Çarşamba

Kahvaltıdan sonra çok oyalanmadan, Sanda’yı Limenaria limanında dinlenmeye bırakıp Picanto’muza atlıyoruz. Dip bucak gezilecek, her yeri keşfedilecek kocaman bir ada var önümüzde. Önce iç kesimlerden başlayalım deyip Kastro’ya doğru “direksiyon tutuyoruz”.  

Kastro,  adanın iç kesimlerinde, yüksek tepelerde kurulmuş tarihi bir köy. Adayı çepeçevre dolanan asfalt yoldan ayrılan bir yola giriyoruz önce. Sonra içerilere doğru kıvrıla kıvrıla giden yol bizi Kastro’ya ulaştırana dek yemyeşil ormanların içinde kaybolup tertemiz havayı içimize çekiyoruz çekebildiğimiz kadar. 

Varınca şaşırıyoruz biraz; sadece 15-20 hane, bir de kilise var burada. Etrafta da kimsecikler yok. Evler çok eski, kesme taştan çatıları olan taş evler. Tarihi yapılara benziyorlar.  Acaba metruk bir köy mü burası? Ama bazı evlerin önünde bir iki araba var! Metruk olsa arabalar olmazdı!? Belki de yine siesta zamanı olduğundan kimsecikler yok etrafta! Taştan ev çok gördüm ama böyle taştan yapılmış çatıları, televizyon dahil, daha önce hiçbir yerde görmedim. Blok halinde bir başkalaşım kayayı almışlar,  bir- iki santim kalınlığında ince dilimlere ayırmışlar, o dilimleri de üst üste binen kiremitler gibi dizip çatı yapmışlar. Çok enteresan ve evladiyelik çatılar doğrusu!

Kastro adanın zirvelerinden birinde kurulmuş. Dört bir tarafa göz alabildiğine açık ve yemyeşil manzara, ardında masmavi deniz ve ufuk çizgisinde Atos dağının silüeti ile buluşuyor.  Burada azıcık haneye rağmen nispeten kocaman bir kilise oluşu mantıklı geliyor düşününce. Acaba bu kiliseyi bu dağ başına bir nevi inziva yeri olsun, insanlardan uzak olsun diye mi yapmışlar? Kim bilir!…

Kiliseyi bari gezelim, diyoruz. Kapısı kilitli! Kilisenin bahçesinde, az ileride bir küçük yapı daha var. Oranın kapısını deniyoruz. Kapı açılınca irkiliyoruz! İçerisi insan kemikleri ve iskelet parçalarıyla dolu!  Kemik yığınları, kafatasları… Bazıları, üzerlerinde büyütülmüş  vesikalık fotoğraflar olan sandıkların içine konmuş. 

Bu kadar “Kastro” yeter deyip biniyoruz arabamıza. Sonraki durağımız Maries. Burası da nispeten yükseklerde kurulmuş bir köy. Normal bir köye benziyor. Hele de Kastro’dan sonra! 

Şirin bir meydanı var mesela. Meydanda bir ulu çınar, altında köy kafeleri, taştan yapılmış bir köy çeşmesi, bir iki taverna, bir de “normal” kilise. Kilise yerine camiyi koysanız bizim herhangi bir köyümüz gibi yani. Hakkını vermeli; her yer çok bakımlı, temiz, düzenli. Kaldırım taşlarına varıncaya dek boyanmış, pırıl pırıl. Meydandaki ulu çınarın altında yaşlıca bir amca, koymuş iki kavanoz bal ile iki teneke zeytinyağını bir masanın üstüne, satıyor. Kendi imalatıymış! Ellerinde, gözlerinde emeğin izlerini görebiliyor insan. 

Maries’in sokakları çok dar ve yokuş. O kadar ki, bazı yerde kollarınızı açsanız iki taraftaki evlerin duvarlarına değer. Bazı sokaklarda bembeyaz merdivenler… Kilisesini de geziyoruz. Mavi-beyaz badanası, geniş bahçesinde çınarları ile hoş bir yapı. 

Arabaya atlayıp haritamızı açıyoruz. Sırada Theologos var. Burdaki evlerin de çatıları hep taştan. Theologos adanın en eski yerleşim yeriymiş. Thasos, Osmanlı hakimiyetindeyken burası adanın başkentiymiş. Adı teoloji kökünden, ilahiyatçı anlamına geliyor. Gri taş çatılı güzel evleri, dar sokakları ile gezilmesi gereken bir yer. Adanın diğer yerleşim yerlerinde olduğu gibi burada da oğlak çevirme meşhur. Gezerken, fazla fotoğraf çekmekten bataryamın bitmeye yakın olduğunu fark ediyorum. Daha az fotoğraf çekip daha çok yaşamalı insan! 

Dağ köylerinden aşağı kıvrıla kıvrıla iniyoruz. Biz sıcaktan şikayet ederken yolda bir scooter, arkasında bikinisiyle püfür püfür bir kız! Hem de sahilden uzak bu dağ köyünde! Ne güzelmiş! Ama güvenlik önemli demiş, kaskını takmayı ihmal etmemiş!

Sahil yolundan Panagia’ya doğru giderken Aliki Beach’te durup Dua-1 teknesine el sallıyoruz. Hulusi abiler de ailecek gelmişler Thasos’a. Biz karadan gezerken onlar da Aliki’ye demirlemişler. Son olarak onların fotoğrafını çekiyorum koyda demirli halde,  gönderemeden bitiyor pilim. Neyse ki Sare’nin pili var daha.      

Panagia. Burası adanın şimdiye kadar gezdiğimiz en güzel köyü. Gezdikçe hoşumuza gidiyor. Sokaklarında kayboluyoruz uzun saatler. Dükkanları, restoranları bir başka güzel! Taze deniz mahsulleri yanında oğlak çevirme burada da revaçta. Dağlardan çıkan kaynak suyu sokak aralarında küçük şelaleler oluşturarak akıyor şırıl şırıl. Her köşe başında bir çeşme, mis gibi kaynak suyu. Mavi-beyaz badanalı, bakımlı ve küçük evleriyle çok fotojenik bir köy burası. Öyle olunca da turistler doldurmuş sokakları, kafeleri. 

Balkonunda asılı fuşya renkli su kabakları ile hoş bir görüntü oluşturmuş mavi-beyaz badanalı bir evin önünde fotoğraf çekilelim diyoruz. Yandaki evden bir amca çıkıp  yavaştan kadraja giriyor. Biraz bekleyelim, şimdi gider derken amca bana anlamadığım bir şeyler söylüyor. Acaba fotoğraf çekmemizden rahatsız mı oldu derken bir daha söylüyor amca… Benim yine anlamadığımı fark edince bu sefer daha yavaş ve tane tane fırçalıyor beni;  “Yoksam Türkçe bilmooorsun, nedir? Armut derim. Yer misin?”

Türkçe konuştuğumuzu duyunca muhabbet etmek için çıkmış. Elinde birer tane armut, bize ikram ederken anlatıyor hikayesini. Zamanında dedesi göç etmiş Tekirdağ’dan buraya. İki gün içinde göçmek zorunda kalınca, varını yoğunu, bulduğuna satmış alelacele. Hepsini altına çevirip Tekirdağ’da bir yere gömmüş. Yerini işaretlediği haritayı da oğluna vermiş. Oğlu da kendi oğluna, yani bu amcaya vermiş. “Bir gün gelip alacağım altınlarımı” diyor amca. “Ama önce sular durulmalı Türkiye’de…”

Son durak olarak adanın merkezi ve en büyük limanı olan Limenas’ı gözümüze kestiriyoruz. Zaten çok yakınız. Limenas biraz daha büyük, kent havasında bir yerleşim yeri. Herhalde merkez olduğundan, buradaki insanlar tatilciden çok yolcu gibiler. Adaya gelen turistlerin giriş noktası, liman kenti. Ama yakınlarda bir sürü plaj var yine de. Biri eski, biri yeni iki tane liman, feribot iskeleleri, otobüs durakları, seyahat acenteleri, pansiyonlar, sahilde tavernalar… 

Sokaklarını, caddelerini geziyoruz epeyce, keşfetmek için. Sonra nasılsa Sanda’yla da geleceğiz buraya deyip adayı batısından tam tur dönerek Limenaria’ya, kayığımıza dönüyoruz. Doğrusu bugün bayağı iyi gezdik. Rahmetli babaannemin dediği gibi; yorulmanın adını gezmek koymuşlar!

















1 yorum: