8 Ağustos 2017, Salı
Allah’ım!
Bu ne sıcak! Bunaldık resmen… Acilen plaj moduna geçip kendimizi mendireğin
hemen ardındaki kumsala atıyoruz. Burası “beach club” gibi değil de daha çok
kasaba merkezlerindeki halk plajları gibi. Sahil boyunca uzanan işletmeler, oteller
hemen önlerindeki kumsala kendi şezlonglarını atmışlar ama hemen yanında
havlusunu serenler de var. Deniz hafiften dalgalı. Epeyce yüzüyoruz yine de…
Kendimizi
denize atıp serinledikten sonra üstümüzü değiştirip kumanya ikmali yapmak için
çarşıya gidiyoruz. Dört – beş gün alargada kalınca kumanya biraz azaldı tabi.
Kumanya işi tamam. Sırada kiralık araç işi var. Merkezde bir iki dükkan görmüştük.
Gidip o işi de halledelim diyoruz ama dükkanlarda kapı duvar. Siesta vakti
olunca kapanmış hepsi. Sabahtan öğlene kadar çalışan dükkanlar 13:30’da
kapanıyor. Sonra akşam 18:00 ila 22:00 arası serinlikte tekrar açık. Çok
enteresan, değil mi?!
Biraz
daha gezip çevreyi keşfettikten sonra sıcaktan bunalıp kayığa dönüyoruz.
Havuzlukta, gölgede kitap keyfi yaparken yapılı bir genç yaklaşıp Almanca bir
şeyler söylüyor. Almanca bilmiyorum, İngilizce lütfen, deyince o kanala geçiyor
hemen. Teknenin kiralık olup olmadığını soruyormuş meğer. Çok beğendiyse demek!
Maalesef kiralık değil, diyorum. Ama ayağımıza kadar gelmiş müşteriyi geri
çevirmek de olmaz, değil mi! Hemen içerden, dün hortumunu ödünç aldığım
Kostas’ın kartını bulup veriyorum. İşte bu numarayı arayın, çok güzel bir
kiralık tekne bu numarada…” diye reklamını yapıyorum Kostas’ın.
Siesta
sonrası bir daha gideceğiz araba kiralama şirketlerine. Ama önce akşam yemeği
için güzel bir yer bulalım diye girilmedik sokak bırakmıyoruz Limenaria’da. Burası
küçük sahil kasabası olmak için büyük, büyük merkez olmak için de biraz küçük
bir yer. Esnafı, yerlisi sıcak kanlı, güler yüzlü, nazik insanlar. Turistleri
de genelde Balkan ülkelerinden gelmiş kendi halinde, sakin tatilciler.
Araç
kiralama işi de tamam; benzinli, manuel Picanto. Günlüğü 40 euro, saat 21:00’de
teslim. Yok ben otomatik isterim derseniz 60 euro. Aslında, daha önce hiç görmediğimiz, çok daha şirin bir araç
beğeniyoruz; Toyota Aygo. Ama maalesef müsait olanı yok. Mecburen Picanto
diyoruz biz de.
Arabayı
alınca yakındaki yerlerden başlayalım adayı gezmeye diyoruz. Haritaya
bakıyoruz. Beş dakika sonra Potos’tayız. Burası epeyce canlı. Limenaria’dan
daha mı fazla turist çekmiş, nedir? Belki de tam “piyasa” saati olduğundan. Hemen
karışıyoruz kalabalığa…
Beach
barların birinde küçük bir nargile dikkatimizi çekiyor. Hemen girip garsona
soruyoruz, ne marka tütün kullandıklarını. Garson yüzümüze biraz boş bakıp
“Tütün işte!” diyor. Biraz daha açıklayıcı olmak için tütün markalarını
sayıyorum, bunlardan hangisini kullanıyorsunuz diye. Yine aynı ifadeyle cevap veriyor; “Sadece
tütün. Markasını bilmiyorum.” Peki
fiyatı ne kadar diye soruyoruz, “saati 10 euro” diyor! Saati mi? Nasıl yani? “Evet, saati 10 euro”. Şaşkın şaşkın birbirimize bakıyoruz önce,
sonra soruyoruz garsona; “İyi de, bu nargile denen şey keyif işidir. Bir yaktın
mı iki buçuk, üç saat içersin. Saat başı ücretlendirme mi olur? Bilardo salonu
mu burası? Bir saat dolunca ne yapıyorsunuz, saat doldu deyip nargileyi masadan
alıyor musunuz?” Garson biraz mahcup, gülümsüyor “Biliyorum çok saçma! Patrona da söyledim
aslında ama maalesef kendisinin kararı bu…” Gülerek uzaklaşıyoruz…
Potos
gayet renkli, hareketli… İnsanlar giyinmiş, süslenmiş sokaklarda, sahilde fink
atıyor. Sokakları daha bir tatil yeri havasında. Butik oteller, küçük şirin
kafeler, gündüz beach club olduğu her halinden belli sahil barlarında disko
havası… Birkaç saat önce yüzdüğü plajın kıyısındaki caddede şimdi giyinmiş,
süslenmiş, üzerinde iyot kokusu ile gezmelere çıkmış tatilciler… Etraf cıvıl
cıvıl…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder