Serüven-1 / Telaşlardan Kurtulmak!


       "Yaşamak değil, beni bu telaş öldürecek" dediği gibi şairin,  hepimizi almış bir telaş gidiyoruz; nereye gittiğimizi bilmeden. Yapılacak işler birikmiş, her gün bir sonraki güne devrediyor. Şöyle ayaklarımızı uzatıp bir keyif yapalım desek, aklımızın bir ucunda yapılması gereken  işler listesi... Kemiriyor da kemiriyor. Dahası yetişemiyoruz... Şimdi bırakın her şeyi bir kenara, telaşlarınızdan kurtulun, hayat akıp gitsin yakalamaya çalışmayın. Unutmayın: siz kovaladıkça o daha da hızlı kaçacak! Ama bir yer var, hayatın yavaş aktığı, telaşsız, sakin, huzurlu... İşte büyük sır! Bir yer var...

       Gelin, siz de ortak olun bur sır'ra.

       6 yaşında yüzmeyi öğrendim; kumdan kale yapmadım hiç.  Suyun içine daldım daldım çıktım onun yerine. Millet "aman bronzlaşayım" derdine düştüğü çağlarda, uzanıp güneşlenmekten hep sıkıldım; yorulana kadar, hatta yorulsam bile plaja geri dönüşe enerjim kalmayana kadar, yüzdüm. Günübirlik  yat gezilerinde suya ilk atlayan bendim, "hadi gidiyoruz, teknelere binin" diye yapılan çağrılara kulak asmayan, ardından "hadi hanımefendi" diye özellikle seslenilen o kişi de yine  bendim! Ahmet -eşim- bir gün bana yelkenli hevesinden bahsedince, -hiç yelkenli tekneye binmemiş olan ben- "Aaa süper olur,ben çok severim" diyerek atladım.

        Pişman değilim!

       Gerisi çorap söküğü gibi gelmedi elbet. Oturup ehliyet ve kurs için araştırmalar, teknelere bakmalar, yelkenli tekne ile ilgili forum sitelerini, dergileri, kitapları okumalar, bütçe hesapları, vazgeçmeler, hayal kurmalar, yine bütçe hesapları, yine tekne bakmalar, yine vazgeçmeler, ve yine hayaller, hayaller... Ve sonra bir bakmışız denizlerdeyiz!

       İşin özü hayallerdi sanırım. Hayallerinizde ısrarcı olursanız, neden olmasın?

       Şimdi hepinize tekrar "merhaba" diyerek, telaşlarımızdan sıyrılmaya davet ediyorum. Niyetimiz, dil döndüğünce, kalem elverdiğince bizim serüvenimize ve seyirlerimize sizi ortak  etmek.

       Dilerim;  bizler gibi sizler de keyif alırsınız.

       Denizlerde görüşmek umuduyla,

       Pruvanız neta, rüzgarınız kolayınıza olsun dostlar!
            

(Sayfa: 11) Giola


4 Ağustos 2017, Cuma




Sabah çok erken kalkmıyoruz bu defa. Dünkü yorgunluğu atarken bebek gibi uyumuşuz. Uykudan kalkar kalkmaz ilk iş denize atlamak çok zevkli. Hele de deniz bu denli berrak olunca. Dipteki kum tanelerini say, o kadar!


Dört başı mamur bir kahvaltıdan sonra da uzun uzun tadını çıkartıyoruz bu turkuaz denizin. Sonra bota atlayıp karaya çıkalım bir diyoruz. Sonuçta, keşfedilmeyi bekleyen yeni bir adanın, Thasos’un bir koyunda uyandık bu sabah.


Botu suya atınca gözüm vardavelada asılı duran kıçtan takmaya takılıyor. Tekrar bi denesem mi? Yerinden indirip bota monte ediyorum önce. Sonra, bir umut asılıyorum kaytanına. Ama maalesef yine çalışmıyor! İyi ama seyre çıkmadan hemen önce götürüp bir “ustaya” emanet etmemiş miydim bakımını yapsın diye! Yine “saygılarımı” sunuyorum kendisine. Usta, “usta” çıkmayınca motor da hiçbir işimize yaramıyor. Ulen, zaten senede 3-4 hafta lazım bu motor bana. Onda da çalışmayacaksa dönünce çalışmış ne fayda!


Asılıyorum küreklere, mecbur! Karada küçük bir keşif turu atıyoruz önce.  Astris beach küçük bir koy. Bir market, bir iki otel, küçük bir plaj…  Yeter!  Buraya kadar gelmişken Giola denilen turistik yeri de görmeli. Bakıyoruz 5 km uzaklıktaymış, bir saatlik yürüme mesafesi. Hem ayaklarımız da açılmış olur. Yürüyelim o halde.


Hava da epey sıcakmış. Yol, kızgın güneşin altında yürüdükçe uzuyor mu, ne? Dolmuş, taksi falan da geçmiyor hiç! Otostop mu çeksek? Aaa! Şu geçen araba 23 plakaydı! Aaa, bak bu da 59! Bir, iki derken üçüncü araba duruyor. Yunan plaka bir araç. Adama “Giola’ya gidiyoruz” diyoruz, “Yes, yes, Giola” diyor. Belli ki İngilizcesi bu kadar bu amcanın. Biraz sonra bir kavşakta indiriyor bizi. Sadece “Giola” diyor eliyle bir yönü göstererek. Teşekkür edip adamın gösterdiği yöne doğru yürümeye başlıyoruz. Adam da buradan düz devam edecek herhalde derken,  gerisin geri dönüp gidiyor. Bizi bu kavşağa bırakmak için yolunu uzatmış zahir! Pes! Gıyabında bir kez daha teşekkür ediyoruz bu güzel insana.


Kavşaktan aşağıya bir otostop daha çekiyoruz. İlk araba alıyor bizi, aşağıya kadar götürüyor sağ olsun.  Yol da ne yol!  Sanki ormanın içinden dün gece açılmış; tamamen toprak, çok dar ayrıca çok da engebeli. Karşılıklı gelen-giden sürücülerin birbirlerine yol vermedeki yarışları dikkatimizi çekiyor. İstanbul’da olsa, “kim kafayı daha önce sokacak” yarışı olur.
  

Otopark için ayrılmış alandan sonrasını yürümek gerekiyor. Ve sonunda işte Giola! Çok güzel bir yermiş gerçekten de. Thasos’a kadar gelip de burayı görmeden dönmemekle çok iyi etmişiz. Denizin hemen dibinde, koskocaman blok kayaların içinde genişçe bir oyuk halinde doğal bir havuz. Çok ilginç bir oluşum! Her yerden gelen turistler doldurmuş etrafı. Blok kayaların üstüne havlusunu sermiş güneşlenen de var, daha yüksekçe bir kayanın bir karış gölgesine sığınmaya çalışan da. Kimi Giola’nın içinde yüzmeyi yeğliyor, kimi bir adım ötedeki serin denize bırakıyor kendini.


Giola’nın etrafını çevreleyen kayalar, atlamak isteyenler için çeşitli yükseklikler oluşturacak şekilde, basamak gibi git gide yükseliyor. Kendine güvenenler en yüksek yerden atlıyor çivileme. Kalabalık arasında 5-6 yaşlarında bir Rus kızı, alçaktan başlayarak atlamaya başlıyor suya. Sonra biraz daha yüksekten atlıyor, sonra biraz daha yüksekten, her seferinde cesaretiyle daha çok kişinin ilgisini, alkışını toplayarak. Sonunda en yüksek noktaya çıkıyor. Tüm gözler üzerinde! Bir saniyelik tereddütten sonra ordan da atlıyor. Alkış kıyamet çıkıyor sudan! Herkesi kendine hayran bırakıyor bacak kadar boyuyla. Sonra gidip bir daha, bir daha atlıyor! Helal olsun diyoruz biz de.  
  

Akşam kayığa dönerken, ekmek almak için hemen kıyıdaki markete giriyoruz. Sadece iki tane ekmek kalmış. Bakkal amcaya ekmekler taze mi diye soruyoruz. Amca biraz asabi; “Taze! Taze! Bir euro!” diye bağırıyor. Raflara biz göz gezdiriyoruz neler var diye. “Lokoomi. Traditional Greek Delight” dikkatimizi çekiyor. “Olduuu” deyip gülüşüyoruz.

       Akşam, havuzlukta manzaranın tadını çıkartıp günü değerlendirirken gülüp eğleniyoruz. İyi ki de gitmişiz Giola’ya… 







(Sayfa: 10) Myrina - Thassos



3 Ağustos 2017, Perşembe



Kararımızı verdik; istikamet Thasos adası Limeneria limanı. Yolumuz 51 deniz mili, rotamız 335°.  Sabah çok erken, 06:10’da halatları çözüp dört gündür bağlı olduğumuz Myrina limanına veda ediyoruz. Güneş, biz mendireği dönüp, yıldıza drise etmiş 22 knot rüzgarı tam kafamızdan yemeye başladıktan sonra doğuyor.


Myrina’dan ayrılırken de yunuslar uğurluyor bizi. Acaba karşılamaya gelen yunuslardan mı bunlar? Ne güzel şeyler!
   

Aslında yolumuz çok uzun değil. Ama üç gündür aralıksız esen poyrazın kaldırdığı dalga ve yol boyunca 20-25 knot kafadan esen rüzgar birleşince epeyce keyifsiz ve uzun bir seyir oluyor. Bir yemek bile yiyemeden, çubuk krakerle seyrediyoruz.


 Saatler geçiyor. Biricik mürettebatımın hiç keyfi yok, havuzlukta kayıtsızca dalgaları izliyor sadece. Öyle olunca okuduğum kitap da tat vermiyor bana. Kapağı Thasos’a atsak bir an önce…


Neyse ki kuzeye çıktıkça dalgalar az da olsa küçülmeye başladı. Thasos’un saçak altına girsek daha da küçülecek gibi. Acaba yolu birazcık kısaltmak için adanın güney ucundaki koylardan birine mi girsem? Öyle yapayım en iyisi!  


On bir buçuk uzun saatin sonunda demirimizi, Thasos’un güney ucundaki Astris koyuna funda ediyoruz. (40.582115°, 24.638504°)  Sare’nin de keyfi yerine geliyor demir atınca.


Çok şükür geldik! Önce kendimizi turkuaz rengi sulara bırakıyoruz. Oh be, dünya varmış! Serinledikten sonra sıra yemeğe geliyor hemen. Nasıl da acıkmışız! Günün ilk öğününden sonra kendimize geliyoruz.

       Bu gece, yattığımız yeri beğeneceğimiz kesin.   
    






(Sayfa: 09) Frappe



2 Ağustos 2017, Çarşamba

Bugün de Myrina’dayız. Havayı bekliyoruz. Acaba buradan sonra ne tarafa dümen tutsak, Molivos’a mı, Thasos’a mı, yoksa Halkidiki’ye mi?
Bakıyorum, bakıyorum… Halkidiki’ye gidersek yolumuz biraz uzayacak. Yolun uzaması bir yana etaplar da biraz uzun olacak. Ayrıca, zaman da kısıtlı. Molivos’a doğru gidersek rüzgar kolayımıza olur. Çok güzel yelken keyfi yaparız. Ama Midilli’ye inip gezdikten sonra yukarı çıkmak çok ta pratik olmaz. En iyisi Thasos galiba.
Hava öğleden sonra hafifleyecek gibi görünüyor. O zaman çıkıp şu Myrina’yı iyice bir gezelim artık, değil mi!
Yanı başımızda, üç gündür bize bakıp duran kaleden başlıyoruz gezmeye. Adamlar çok iyi korumuşlar kaleyi, tarihi. Kaleye çıkan patikayı imar edip taş döşemişler, çıkanlar zahmet çekmesin diye.
Heybetli kale kapısı ardına dek açık. Giriş ücreti isteyen yok. İçerisi alabildiğine geniş. Şehre, limana en hakim tepeye yapılmış kale. Bu şehir, bu ada 1479 – 1912 arasında Osmanlı hakimiyetindeymiş. Sonra, diğer adalar gibi çıkmış elimizden.
Kalenin içinde küçük bir ceylan sürüsüne rastlıyoruz. Ceylanlar bizden ürküyor benim ceylan da onlardan. E tabii! Hayvanat bahçesi dışında ceylan mı görmüşüz şimdiye dek. Kalenin içindeki yapıları geziyoruz tek tek, sarnıç, cephanelik, hamam. Yüzyıllara meydan okumuş yapıları inceliyoruz hayranlıkla. Gerçekten sahip çıkılmış güzellikler…
Kale turundan dönüşte, hafifleyen rüzgarın izniyle, kayığın havuzluğunda yorgunluk atıyoruz biraz. Teknemizin kıçında nazlı nazlı dalgalanan bayrağımızı gören bir amca “Merhaba” diyor! Kılığından, görmüş geçirmiş biri olduğu anlaşılıyor. “1956’da geldim ben bu adaya” diyor. Öncesinde Bozcaada’da yaşıyormuş ailesiyle. Aradan geçen onca yıla rağmen konuştuğu Türkçenin berraklığına şaşıyoruz. “Tabii konuşurum” diyor amca, “…ilkokulu Türkiye’de okudum ben.”
Az sonra başka bir amca “Merhaba” diyor. Bayrağı gören geliyor diye gülüşüyoruz. Bu seferki amca unutmuş Türkçeyi. Ama Ekinlik diyor, Alaçatı diyor, Foça diyor… Yarı Yunanca, yarı İngilizce anlatıyor hikayesini. Sünger avcılığı yaparmış on kişinin çalıştığı bir teknede. İşi, dalıp süngerleri toplamakmış. Sonra, yine mübadele ile, terk etmek zorunda kalmış Türkiye’yi.  Ama, gözlerinde sımsıcak duygularla “I love Turkey” diyor hala. Olmayan Türkçesiyle, bir de türkü tutturuyor keyifle; “Çanakkale iiiçindeee vurdular beniiii…”
Akşamüstü, tam hazırlanıp çıkacakken yine iskelede yürüyen birinden gür bir ses; “Selamünaleyküüüüm.”  “Aleyküm selaaam” derken dönüyorum o tarafa. Bu defaki yirmili yaşlarının ortalarında, genç bir arkadaş. Başlıyoruz ayaküstü muhabbete. O kadar iyi bir şiveyle konuşuyor ki “Ben Türk’üm desen inanırdım” diyorum.  “O kadar iyi mi gerçekten de Türkçem?” diyor.  O kadar iyi gerçekten de.
İskeçe’de oturuyormuş. Eğitimi için Selanik’te bulunmuş. Şimdi de Limnos’ta kite-surf eğitmeni olarak çalışıyormuş. “Bir gün Türkiye’ye de gelmeyi planlıyorum ama bakalım…” diyor. Yanındaki, muhabbete Fransız kalan arkadaşını da düşünüp vedalaşıyor. Giderken de bombayı patlatıyor; “Ben Muzaffer bu arada. Çok memnun oldum”   O anda Sare’yle birbirimize bakıyoruz şaşkın şaşkın!  Nasıl yani?? Muzaffer mi?? Meğer İskeçeli Pomak azınlıktanmış. Gülerek uğurluyoruz Muzaffer’i…
Akşam olunca Myrina’nın “piyasa caddesini” arşınlamaya başlıyoruz. Epeyce kalabalık, hareketli. Herkesin elinde frappe. Çok meşhurmuş. Biz de alalım birer tane diye bir pastaneye giriyoruz çarşı meydanında. Tezgahtara soruyoruz var mı diye, tabii diyor. İki tane rica ediyoruz, “Ama şekersiz olsun” diyoruz.  Kız, şekersiz de frappe mi olurmuş bakışı atınca açıklamak zorunda hissediyoruz; “...Biz çayı kahveyi hep şekersiz içeriz de.”  Kız ikna olmayınca “Peki madem. O zaman az şekerli olsun bari” diyoruz.  Hazırlamaya başlıyor az şekerli frappelerimizi, suratında “peki, siz istediniz” bakışıyla.
Parasını verip alıyoruz; iki frappe 3 euro. Dönüp çıkacakken ilk yudumlarımızda anlıyoruz kızın tüm o bakışlarının sırrını! Bi’şeye benzemiyor ki bu!  Dönüp, “Haklıymışsınız…” diyoruz, “…biraz daha şekerli olabilirmiş aslında, ekleyebilir misiniz?”  Kız bu sefer de ben size demiştim gibisinden bir ifadeyle bakıyor.  “Olmaz öyle şeker eklemekle” diyip yeni baştan iki frappe hazırlamaya başlıyor. “Hiç gerek yok! Gerçekten…” desek de oralı olmuyor bu sefer. Yüzünü bile ekşitmeden hazırlıyor yenilerini. Bir yandan da nereli olduğumuzu soruyor. Türk’üz biz deyince gülümseyerek ekliyor; “We are brothers”  Ne kadar ısrar etsek de ikincilerin parasını almıyor.
Teşekkür edip memnun çıkıyoruz pastaneden elimizde frappelerle. 


www.youtube.com Sanda'nın Seyir Defteri #004 Limnos, Myrina 









(Sayfa: 08) Rüzgâr



1 Ağustos 2017, Salı



Allah’ım, bu ne rüzgâr! Ne Myrina’yı gezebildik ne de başka bir şey… Bari plaja gidip yüzsek mi biraz? Denizin içinde olursak rüzgârdan da korunmuş oluruz hem. Yüzerken iyi de çıkınca rüzgâr şaka maka üşütüyor insanı. Uçuşan kum taneleri, kumsalda aynı anda sokan yüzlerce sivrisinek gücünde. 


            Limanda da ciddi esiyor hava. Koltuklar, açmazlar, Allah ne verdiyse bağladım. Yine de, sağanaklarda öyle bir esiyor ki gözüm sürekli halatlarda, kayıkta.


            Havuzlukta otururken geçen bir Fransız kadın selam veriyor. Dört-beş tekne yanda bağlılarmış onlar da. “Hoş geldiniz.” Diyor, “Nerden geliyorsunuz? Nasıl geçti seyir?”  On saatlik çok keyifli ve yorucu bir yelken seyriyle Türkiye Çanakkale’den geliyoruz, diyoruz. “Böyle böyle büyüteceksiniz etaplarınızı, menzilinizi” diyor, “Bugün 10 saat, yarın yirmi saat, sonra durmaksızın iki-üç günlük seyirlerle…” 
 

            Hemen yanımızda kocaman bir katamaran bağlı. Hollanda bayraklı. İçinde yaşlıca bir karı-koca, 75 civarında varlar. Pek dost canlısı değiller. Daha teknelerinden çıktıklarını görmedik. Uçuşan kum taneciklerinden korunmak için cibinlik misali bir tülle çepeçevre kapattıkları geniş havuzluklarında zaman geçiriyorlar hep. 


Adam genelde bulmaca çözüyor, kadın çorap örüyor. “Acaba kocasının başına mı” deyip eğleniyoruz biz de. Adam kısa boylu, zayıf biri. Bu koskoca katamaranı tek başına nasıl abrıyor ki? Demek karısı da iyi denizci. Yoksa zor gerçekten. Hallerine bakılırsa emekli olduktan sonra kendilerine iki dönüm bir katamaran alıp sıcak denizlerde geçirmeye başlamışlar zamanlarını. Zaten, böyle bir tekne olunca eve de ihtiyaç yok. Arada torunlar da geliyorsa mis! Her girdikleri limanda birkaç hafta kalıyor gibiler. Zaman da gani nasılsa. Kendi hallerinde yaşayıp gidiyorlar işte, kimseye bir zararları yok gibi. Ah, bir de teyzenin üstündeki, 20’liklere öykünürcesine giydiği cüretkârdan öte seksi bikini olmasa!  İnsanın gözlerini yakıyor biraz fazla bakınca…


Havuzlukta otururken dikkatimi çekiyor. Teknelerin bağlandığı halatlar ne kadar da temiz! Birinin üstünde bile yosun olmaz mı? Beton iskeleyi inceliyorum bu defa, deniz seviyesini ve hemen aşağısını… Yok! Ne yosun, ne kekamoz! Bizim orda at halatı suya, bir hafta sonra yemyeşil yosun kaplanır. Burda ise sanki dün yapılmış, dün suya batırılmış bu beton iskele; tertemiz!


Hem siestadan hem rüzgârdan, etraf gayet sakin bugün. Ne yapalım, biz de kendimizi kayığa hapsedip kitap sayfalarında kayboluyoruz. Olsun! Bu da ayrı bir keyif…            

            Akşam oluyor ama poyraz aynı poyraz. 





(Sayfa: 07) Myrina



31 Temmuz 2017, Pazartesi



           Sabah erkenden Port Authority’nin kapısına dayandık. Bu sefer içerisi memur kaynıyor. Üniformaları ayırt etmek zor. Polis memuru da var içlerinde başka başka memurlar da.

            Bir memura derdimizi anlatıyoruz. “Yeni” geldik, giriş yapmak istiyoruz, deyince evraklarımız alıp hemen başlıyor çekmecesinden çıkarttığı Transit Log’u doldurmaya. Bize birkaç soru da soruyor doldururken, sonra “Tamam” diyor, “Kaydınızı aldım. Şimdi gidebilirsiniz. 2,5 saat sonra gelin.” Burdaki işimiz şimdilik bu kadarmış.

            Biz de, iletişim problemini halletmek için çarşıya gidelim madem diyoruz, birer Yunan sim kartı almak lazım. Adalarda Cosmote daha iyi çeker demişlerdi. Biz de çarşı meydanındaki Cosmote Shop’a giriyoruz hemen. Karşımıza çıkan ilk kıza anlatıyoruz derdimizi, ihtiyacımızı. Şükür, İngilizce burada da geçer akçe.

Virginia bir yandan işlemlerimizi hallederken bir yandan da üniversiteyi Samos’ta okuduğundan, Kuşadası’ndan bahsediyor. “Bildiğin Türkçe kelime var mı hiç?” diye soruyorum, “imambayildi” diyor kocaman bir gülümsemeyle, bir de “sevda”…   

Aldığımız her bir sim kart için,  kart bedeli 5 euro, 3 ay boyunca kullanılabilen 10 GB internet ve şebeke içi bilmem ne kadar dakika konuşma, bilmem ne kadar sms için de 10 euro, toplam 15’er euro ödüyoruz. Artık hava raporlarını almak, seyir bölgelerini incelemek, Türkiye’yi görüntülü aramak, eş-dostla mesajlaşmak, internette surf yapmak ve daha fazlası için harcamakla bitiremeyeceğimiz kadar internetimiz var. Yaşasın!

Öğlen olmadan yine gidiyoruz giriş işlemlerimizin durumunu sormaya. Pasaportlarımız polis merkezine gidip dönmüş. İmzalar, mühürler tamam. Sıra Gümrükteymiş, hemen yandaki kapıda.  Giriyoruz. Transit Log doldurma burada da devam. Evrak kaydımızı alıyorlar bir de. 15 dakika da burada sürüyor işimiz. 4,5 Euro bir para ödüyoruz. Sonra tüm işlemler tamam. Artık resmen Yunan’dayız!

Derin derin iç çekiyorum! Neden bizde de bu kadar kolay olmaz işlemler, neden?  Her şeyi, birileri, önce mümkün olduğunca zorlaştırır da sonra çözmek için avanta bekler! Neden bizim memurlarımız da, buradakiler gibi güleryüzlü değildir hiçbir resmi dairede. Güleryüzden vazgeçtim, neden sadece vermekle vazifeli oldukları hizmeti vermezler kıvrandırmadan!  Neden, her resmi işimizde illa ki anamız ağlamalıdır ki bizim!

Öğleden sonra sokaklarını, insanlarını keşfe çıkıyoruz Myrina’nın. Sabahki kalabalık bir anda yok olmuş ortadan. Siesta vakti! Sokaklar, binalar çok şirin. Denizi zaten Ege! Ama yeşil bakımından, ağaç bakımından garip kalmış biraz burası. Kıraç bir ada.

Akşama doğru, beklenen hava esmeye başlıyor poyrazdan; 20 - 25… İçimizde kalmasın diye, havlularımızı kaptığımız gibi hemen merkezdeki plaja gidiyoruz yürüyerek. Yüzmek çok iyi geliyor. Bir de şu rüzgar olmasaydı. Resmen üşütüyor.
     
         Kayığa dönerken rüzgar da şiddetini arttırıyor iyiden iyiye. Uçuşan kum tanecikleri göz açtırmıyor insana. Havuzlukta oturmak ne mümkün! Mecburen içerde oturuyoruz biz de; kitap, kahve, muhabbet…